Aries, bardağında kalan son damlayı ağır bir hareketle başına dikti. Yutkunması sessizdi ama iç çekişi derin; sanki o küçük damla, boğazından değil, geçmişinden geçip gitmişti. Bardak, ahşap masaya koyulurken çıkardığı tok sesle odada yankılandı; tıpkı yıllardır içinde hapsedilmiş o kelimelerin çıkmaya hazırlandığı gibi. Gözlerini kapattı, alnında biriken düşünceleri susturmak istercesine bir nefes aldı. Derin, ağır, göğsünden gelen bir nefes. Ardından dudakları aralandı ve kelimeler döküldü, kararsız ama bastırılmamış bir yükün itirafıyla.
"Ya düşündüğün kişiysem…" dedi, sesi neredeyse bir fısıltı gibi, ama içinde sakladığı kırılgan ağırlıkla odanın duvarlarında yankılandı. Ateşin çıtırtısı, sanki o an konuşmayı durdurup onu dinlemişti.
Gözlerini yeniden açtığında, karşısında oturan Ascart'ın bakışlarıyla buluştu. Yaşlı adamın gözlerinde yılların yorgunluğuyla yoğrulmuş bir merak, bastırılmış bir umut parlıyordu. Bu bir şüphe değildi; daha çok, dua eder gibi bir bekleyişti. Aries ise bakışlarını kaçırmadan devam etti, sesi bu kez daha net, ama içinde belirsiz bir tereddüt taşıyarak:
"O zaman ne olacak? Renoire Hanedanı'nın hayatta kalan son varisi olsaydım... ne değişirdi?"
Bu soru, sadece bir cevap arayan bir adamın değil, kendine bile ne olduğunu itiraf edemeyen birinin sesiydi. Sanki o an, kim olduğunu değil, kim olabileceğini tartıyordu. Kafasındaki o boşluğun neyle dolması gerektiğine karar veremeyen bir adamın sesi. Karşısındaki figürün ona bir cevap sunmasını bekliyordu, çünkü kendi içindeki cevaplar artık çok dağınıktı.
Odanın diğer köşesinde, mutfakla salon arasında bir sınır gibi duran ahşap masanın etrafında bir hareket vardı. Yves, annesi Ingrid'in talimatlarıyla yemek hazırlığını sürdürüyordu. Genç kızın eli alışkınlıkla kesme tahtasında gezinirken, gözleri sürekli babasına ve misafire kayıyordu. Ne olup bittiğini tam olarak anlamıyordu belki ama içeride dönen konuşmaların sıradan olmadığını, bu akşamın başka akşamlardan farklı olduğunu seziyordu. Ingrid ise sessizce çalışıyor, bir yandan çorbayı karıştırıyor, bir yandan da arada Aries'e kaçamak bakışlar atıyordu. Sessizliğin ağırlığını onlar da hissediyordu; mutfağın bu sade işleri bile artık daha yavaş, daha dikkatli yapılıyordu.
Reyna ise Aries'in dizlerine kıvrılmış, sobanın sıcaklığına teslim olmuş bir halde derin uykudaydı. Küçük yüzü huzurluydu ama çevresindeki her şey gergin ve kırılgandı. Bir huzur adasıydı o çocuk, bu fırtınalı iç konuşmaların ortasında. Onun varlığı bile, Aries'in omuzlarındaki yükle tezat oluşturuyordu.
Ascart ise sessizliğini uzun süre bozmadı. Sadece bakıyordu. Onun gözleri konuşuyor, ama dudakları susuyordu. Yaşının getirdiği bilgelik, bir söz söylemeden önce birkaç saniye daha beklemeyi gerektiriyordu. Bakışları, Aries'in yüz hatlarında dolandı; alnında biriken gölgelerde, göz altlarındaki yorgunlukta ve o tanıdık mor parıltıda geçmişten tanıdığı bir şey arıyor gibiydi.
Sonunda dudakları aralandı. Sesi alçaktı ama taşıdığı anlam derindi. "Her şey…" dedi önce, kelimeyi havada asılı bırakarak. "Her şey değişir."
Sırtını hafifçe geriye yasladı, sandalyesinin gıcırdaması sessizliğe bir başka yankı kattı. Konuşurken gözlerini ateşe çevirdi, sanki sözlerini orada yoğuruyordu. "Kuzey'de biz sadece Renoire Hanedanı'na diz çökeriz. Bunu herkes bilir. İmparatorluk kuzeyi fethettiğinde gerçek anlamda ele geçirememişti. Ruhumuzu teslim etmedik. Ve eğer… bir mucize olur da yirmi yıl önce sadakat yemini ettiğimiz o hanedan hâlâ yaşıyorsa… ben burada, şu anda, bir kez daha sadakat yemini ederim."
Bu sözleri söylerken yüzü sertleşmiş, sesi çatallaşmıştı. Geçmişin pişmanlığı gözlerine sinmişti. Kendi sadakatini yeniden anımsayan biri gibiydi. Ardından yavaşça Aries'e döndü, gözleri bir kez daha onun mor gözlerine sabitlendi. Bu artık bir tahminin bakışı değil, bir beklentinin, hatta içsel bir duasının yankısıydı.
Ve Aries, bu kelimelerle başlayan o fırtınanın kendine doğru yaklaştığını hissediyordu. Sorusu cevapsız kalmamıştı. Ama aldığı cevap, düşündüğünden çok daha büyük bir yükü beraberinde getiriyordu.
"O gün…" dedi Ascart, sesi uzak bir hatıradan süzülmüş gibi yorgun ama içten bir hiddetle titreşiyordu, "biz kıta için kan dökerken, o hainler arkamızdan hançer sapladı. İmparatorluk ordusu, biz canavarlarla savaşıp kıtayı savunurken, Renoire şehrine girip her şeyi yaktı, yıktı ve katletti. Şehir alev alev yanarken ne kraliçemiz sağ bırakıldı ne de onun kanından gelen evlatları. Danışmanlar, şövalyeler, hizmetliler… Ayakta ne varsa, geçmişimize dair ne kaldıysa, tek tek yok edildi. Ardından halkı… masum insanları… çocukları, yaşlıları, kadınları kılıçtan geçirdiler."
Konuşurken, elindeki tahta bardağı neredeyse kıracak kadar sıktığını fark etmedi bile. Parmakları eklemlerinden beyazlamış, bardak hafifçe çatırdamaya başlamıştı. Alevlerin dansı gözlerinde titrek gölgeler yaratırken, o an sanki yeniden yirmi yıl öncesindeydi. Ateşin kokusunu, yanık taşların üstüne dökülen kanın metalik tadını yeniden hissediyordu.
"Renoire'de kaç insan yaşadığını biliyor musun evlat?" diye sordu, gözleri yavaşça Aries'e dönerken sesinde acının yanı sıra sitem de vardı. "Neredeyse iki milyon… Helios'dan bile büyüktü. Helios'a Güneş Şehri derlerdi, Renoire ise Ay Şehri'ydi. Ay gibi sessiz, asil, kudretliydi. Ve başkent sadece bir şehir değildi bizim için, bir kimlikti. Orada doğmamış olsam bile, oraya bağlıydım. Orası bizim kalbimizdi. O kalp sustuğunda, içimizdeki hayat da eksildi. Savaşta kaybetmek kolaydır evlat, ama onurunla birlikte geçmişini de kaybettiğinde, kendini toprağın altında hissedersin. Biz o gün yalnızca bir şehir değil, yemin ettiğimiz bir yaşamı yitirdik."
Ascart bir an durdu, iç çekti, sonra konuşmasına devam etti. "Biz o duvarda, Elnar'ın eteklerinde canavarlarla olan savaşı bitirdiğimizde intikamdan başka bir şey kalmamıştı elimizde. Tüm kuzeyin onuru ayaklar altına alınmıştı. Renoire ordularının başkomutanı Lufian Deimos'un önderliğinde, ordumuzla güneye yürüdük. Larkan'a vardığımızda, karşımızda bir ordu bekliyorduk. Ancak sadece bir adam vardı… Elinde bir asa, beyaz sakallar, beyaz cübbesi olan bir adam… Beyaz Büyü Kulesi'nin üstadı, Ogmios Urma Aslevian. O adam, büyü kulelerinin yeminini hiçe sayarak imparatorluğun tarafını tuttu. Tarafsızlık yemini, gücün karşısında çöpe atıldı. Ve yalnızca o adam, tek başına, binlerce genci katletti. Kimini yaktı, kimini dondurdu. Ne taktik işe yaradı ne kahramanlık. Sadece ölüm vardı ve biz, ölü bedenlerin üzerinde kalan birkaç kişiydik."
Bir an, gözlerinin yaşardığını saklamaya gerek duymadı. Kendi halkının neferlerini, arkadaşlarını, komutanlarını toprağa gömmüştü. Ölümün sessizliğini, kılıçların düşüşünü, büyüyle kavrulan çığlıkları ezbere biliyordu artık. "Kaçtık," dedi dişlerinin arasından. "Korktuğumuzdan değil… Yaşamak zorundaydık. Çünkü yaşayan, hatırlayan olur. Hatırlayan, unutmayan olur. Ve unutmayandan daha tehlikelisi yoktur."
Masaya bir kez daha göz attı, sonra gözlerini Aries'inkilere kilitledi. Sesi daha tok, daha netti bu kez. "Ve biz unutmadık. O günden sonra hayatta kalanlar isyan başlattı. Yirmi yıl boyunca bu kıyametin izlerini taşıyarak yaşadık. İlk başta azdık. Sesimiz çıkmadı. Ama son yıllarda, kuzey yeniden birleşmeye başladı. Diğer iki kuzey krallığı da bize katıldı. İmparatorluk hâlâ bu toprakları yönettiğini sanıyor, ama sadece görünürde. Gerçekte artık kuzey halkı bir kıvılcıma bakıyor. Ve eğer…" Bir anlık tereddütle başını öne eğdi, sonra gözlerindeki ateşle devam etti, "Eğer şimdi, tam da böyle bir zamanda, Renoire hanedanından birinin yaşadığı ortaya çıkarsa… eğer sen o kişiysen... bana 'ne değişecek' mi diyorsun?"
Sesi şimdi bastırılamayan bir öfke ve tutkuyla yükseldi. "Her şey değişir! Her şey! Tüm Renoire ordusu, tüm kuzey, sana diz çöker. Renoire tacı yıllar sonra tekrar ait olduğu yere, beyaz saçların üzerine konar. O yüzden yalvarıyorum sana, Aries ya da kimsen… eğer tanrılar bizi duymuşsa, eğer bu umut gerçekse… bilmek istiyorum. Kim olduğunu bilmek istiyorum. Bunu halkım, geçmişim, ölülerimiz için bilmek istiyorum."
Ascart'ın sesi odada yankılanırken, Aries'in bakışları sönmüş ateşin içine çekilmişti. Alevlerin titrek gölgeleri göz bebeklerinde dans ederken, içine oturmuş bir yük gibi ağırlaşan o soru etrafında dönüyordu düşünceleri. Karşısındaki adamın sözleriyle birlikte, geçmişten kopup gelen bir sel gibi bastıran anılar ve o anıların Aries için artık anlamını yitirmesi... Aries ne söylemesi gerektiğini bilemedi. Başını öne eğdi. Elleri masanın üzerinde hareketsizdi; sanki bir şey söylerse, içindeki tüm yapı yıkılacak gibiydi.
Ascart'ın yaşlı, nasırlı elleriyle tutuşturduğu umut... yirmi yıl boyunca kor gibi saklanmış, şimdi onun gözlerinin içine bakarak parlıyordu. Ancak Aries, bu umudun ağırlığını taşıyacak biri miydi gerçekten? Karşısındaki adam, yalnızca bir halkın değil, bir çağın kırılmış onurunun yankısını dile getiriyordu. Ve Aries, o yankının içinde bir yankıdan fazlası olamadığını hissediyordu.
"Evet," diye düşündü içinden, "ben Renoire kanı taşıyorum. Annem Thelania von Renoire'di. Renoire Kraliçesi, Kuzeyin İncisi... kutsanmış bir figür. Ben onun oğlu, Aries von Renoire'im. Ama bu yalnızca bir isim... bir zamanlar bana ait olan bir unvan. Şimdi ise o isim bana yabancı, o unvan bana ağır geliyordu."
İçinde bir kırılma vardı. Tüccarın evinde, saklandığı dört yıl boyunca, her gece kapının ardında ölüm korkusuyla titreyen bir çocuktu o. Ardından satılmış, zincirlenmiş, dövülmüş, köleleştirilmişti. Her bir kırbaç darbesiyle geçmişi biraz daha silinmiş, her yara izinde kimliği biraz daha buharlaşmıştı. Valenor'da kara elflerle beraber hayatta kalmak için çamura bulanmış, kana bulanmış, duygularını gömmeyi öğrenmişti. Orada, Lenore'ye duyduğu aşkla, ilk kez yeniden bir şeyler hissetmiş, ama o da elinden alınmıştı. Öldürülmüştü. Ve sonra... yalnız kalmıştı. Yine...
Aries von Renoire... O kişi kimdi? Ya da gerçekten hiç var olmuş muydu? Onunla birlikte ölen yalnızca bir şehir, bir kraliçe ya da bir ordu değildi. Onunla birlikte, Aries'in çocukluğu, saflığı ve aidiyeti de ölmüştü. Şimdi karşısındaki bu adamın beklediği kişi... geçmişin içinde kaybolmuş bir çocuğun hayalinden başka bir şey değildi.
Ama yine de... bu sözler içinde bir şey kıpırdatmıştı.
Başını kaldırdı. Gözleri, bir an için Ascart'ın gözlerinde sabitlendi. Ardından yavaş, buruk bir sesle konuştu:
"Ben… umut ettiğin o kişi miyim… bilmiyorum."
Cümle havada asılı kaldı. Sanki odadaki herkes —yemek hazırlarken yarı dikkatle konuşmaları dinleyen Yves, elleri titreyerek tabak dizen Ingrid, Aries'in dizinde kıvrılmış halde huzurla uyuyan Reyna— o anın içine dahil olmuştu. Sobanın çıtırtısı bile duraksamış gibiydi.
Aries'in sesi daha yavaş ama daha net bir tona büründü. "Bir zamanlar... evet. Beklediğin o kişiydim. Sarayda büyüyen, annesinin gölgesinde yürüyen, soylulukla çevrilmiş bir çocuk... Annem beni severdi. Bana hikâyeler anlatırdı. Büyünün nasıl çalıştığını, mananın nasıl hissedileceğini öğretirdi. Soyumuzu, geçmişimizi, görevimizi öğretti..."
Bir an durdu. Gözlerini kaçırdı.
"Fakat artık... annemin yüzünü hatırlayamıyorum. Sesi... bana masal anlatırken ki tınısı... gülüşü... Ellerinin sıcaklığı... Hepsi, sisin içinde kalmış hayaller gibi. Sanki var olduklarını biliyorum ama dokunamıyorum. Hatırlamaya çalışıyorum ama sadece kırık görüntüler, karanlık yankılar geliyor aklıma."
Sözleri ağırlaşmıştı, sesi çatlamaya yakın bir kırılganlıktaydı. Devam etti:
"Yirmi yıl oldu. Bu yirmi yıl içinde köle olarak satıldım. Zincire vuruldum, kırbaçlandım, dövüldüm. Kanlar içinde defalarca bırakıldım. Her defasında hayatta kaldım. Ama... her seferinde bir şey kaybettim. Her hayatta kalışımda, sevdiğim biri öldü. Sanki bana ölüm yasaklanmıştı, ama ölümler yine de etrafımda dolaşıyordu. Ben yaşadım, başkaları öldü. O yükü hep omuzlarımda taşıdım."
Bakışları sertleşti. Artık sesi titremiyordu, içinde büyüyen bir kararlılıkla devam etti:
"Ve şimdi... benden kim olduğumu söylememi istiyorsun. Bana soruyorsun, 'Sen misin o?' diye. Ama ben de bilmiyorum. Ben Aries'im, evet... Ama hangi Aries? Sarayda büyüyen çocuk mu, köle olarak sürünen genç mi, ölen yoldaşlarını gömen adam mı? Hangisi benim? Ya da hepsi mi?"
Bir süre sessizlik oldu. Odanın içindeki herkes, nefesini tutmuş gibiydi. Alevler bile daha usul yanıyordu sanki. Ve sonunda Aries fısıltıya yakın bir sesle ekledi:
"Ben, o çocuk değilim artık. Ama o çocuğun küllerinden doğdum."
Ascart sessizce başını eğdi. Yüzünde buruk ama anlayış dolu bir ifade vardı. Konuşmadan, Aries'in önüne geldi. Bir şey söylemeden. Ağır adımlarla yaklaştı, elini Aries'in omzuna yerleştirdi. Eli titriyordu. Ama bu titreme, korkudan değil... yıllarca bastırılmış bir yükün bırakılmasının titremesiydi.
"Bir isim," dedi, sesi yaşına rağmen hâlâ gurur doluydu, "hak edilerek taşınır. Ve sen... yaşadıklarınla onu fazlasıyla hak ettin. Kim olduğunu şimdi söylemen gerekmiyor. Ama ben biliyorum. Ve zamanı geldiğinde herkes bilecek. O gün geldiğinde, sadece ben değil... tüm kuzey önünde diz çökecek."
Aries gözlerini kapattı. İlk kez... İlk kez bir yabancı, ona kendi yükünü taşıması için zaman tanımıştı. Onu zorlamamış, bir rolün içine itmemişti. Sadece... anlamıştı.
Konuşmanın ardından odada bir süre sessizlik hâkim oldu. Aries, yüzünde tuhaf bir boşlukla alevlere bakıyor, omzundaki Ascart'ın elinin ağırlığını hissediyordu. O dokunuşta bir yük değil, hafifleyen bir bağ vardı. Dizlerine kıvrılmış halde hâlâ uykuda olan Reyna'nın solukları düzenli ve huzurluydu; onun varlığı, Aries'in içinde ilk kez tanımlayamadığı bir sükûnetin filizlenmesine sebep oluyordu.
Odada başka bir köşede, Ingrid kızına son talimatları veriyordu. Sofra çoktan kurulmuş, kuru ekmek ve köy peyniri, ince dilimlenmiş soğan ve patatesle tamamlanmıştı. Basit ama samimi bir akşam yemeğiydi bu. İçinde emek, alışkanlık ve misafirperverliğin sıcaklığı vardı. Ocağın üstündeki tencereden buhar yükseliyor, havaya tuzlu, hafif baharatlı bir koku karışıyordu.
Yves, yemek tabaklarını taşırken babasının yüzüne bakmamaya çalışıyor, ama bir yandan da göz ucuyla Aries'i süzüyordu. Genç kızın içindeki sorular, henüz cevabını bulamasa da artık korkuyla değil, büyülenmiş bir saygıyla şekilleniyordu. Gördüğü kişi kim olursa olsun, sıradan biri değildi; bunu artık o da hissediyordu.
Ingrid elini silip öne doğru adım attı. Yumuşak bir tebessümle Aries'in omzuna dokundu. "Sofra hazır, lütfen…" dedi kısık ama davetkar bir sesle.
Aries hafifçe başını salladı, düşüncelerinden sıyrılarak usulca ayağa kalktı. Reyna'yı uyandırmadan nazikçe bir battaniyeyle örttü ve onu sobanın yanındaki mindere yerleştirdi. Ardından masaya yöneldi. Ascart sandalyesine oturmuş, sessizce tabakları izliyordu. Az önceki ateşli nutkun ardından şimdi gözlerinde sakin bir gurur parıltısı vardı.
Yemek masasına herkes oturduğunda, birkaç anlık bir duraksama yaşandı. Ne dua edildi ne de geleneksel bir söz söylendi. Bu masada konuşulması gereken şeyler zaten konuşulmuştu. Şimdi yalnızca karınlar doymalı, suskunluk içinde düşünceler sindirilmeliydi.
İlk lokmayı Aries aldı. Ardından Ascart ve Ingrid. Sofra boyunca sadece çatal bıçakların tahtaya hafifçe değen sesi duyuluyordu. Kimse konuşmuyordu ama kimse de huzursuz değildi. Bu sessizlik, anlaşmanın, ortak acının ve yeni kurulan bir bağın sessizliğiydi. Ateş hala yanıyor, sobanın cızırtısı yemekle karışık bir ritim yaratıyordu.
Ve işte tam o anda...
Dışarıdan, uzak olmayan bir noktadan keskin, tiz bir çığlık geldi.
Bir kadın sesiydi bu. Korkuyla yırtılmış, kontrolsüz, içgüdüsel bir feryat.
Masadaki herkesin kaşığı havada kaldı. Gözler birbirine çevrildi.
Sessizlik, birden değişmişti.
Yemeğin buharı hâlâ havaya karışıyordu ama artık odada yalnızca açlık değil, yaklaşan bir tehdidin kokusu da vardı.