Vanmark topraklarından ayrıldıklarından sonra bir gün geçmişti, Aries ve Reyna, donmuş kuzey ovalarında sessiz adımlarla yollarına devam ediyordu. Solgun gökyüzünün altında ilerlerken, Aries zihninde dönüp duran düşünceleri susturmayı başaramıyordu.
Eudora ile yaptığı konuşmaların yankısı hâlâ kulaklarında çınlıyordu; annesi… Gerçekten de bir iblis miydi?
İblisler... Binlerce yıldır görülmeyen, sadece efsanelerin tozlu satırlarında kalan o lanetli varlıklar...
Çoğu insan, iki bin yıl önce patlak veren Caen Savaşı'nda yok edildiklerine inanıyordu. Ancak o kadim savaştan bu yana günümüze ulaşabilmiş doğru düzgün bir kayıt bile bulunmuyordu. Tarihin unuttuğu şeyler, çoğu zaman tekrar doğmayı beklerdi.
Ve Aries, içini saran uğursuz hisle bunun farkındaydı.
İblisler... Bu konu hakkında daha fazlasını öğrenmeliyim, diye geçirdi içinden.
Düşüncelerinin ağırlığı bir yük gibi omuzlarına çökerken, zihninde başka bir soru daha dönüyordu: mağaradaki gizemli kadın... Büyükannesi olduğu söylenen o figür... Yalnızca annesine benzediğini hatırlıyordu.
Gerçekten de mağaranın içine çökmüş küflü havayı, o lanetli soğukluğu ve hayatta kalmak için verdiği umutsuz mücadele dışında hiçbir detay aklında kalmamıştı.
Oradan nasıl kurtulmuştu?
O kadın gerçekten de zihnimi mi mühürledi?
Endoril'e vardığımda, diye düşündü, Direa bana tüm bu soruların cevabını verebilir. Belki bu lanetli mührü kaldırabilir, hatırlamadığım o karanlık boşlukları doldurabilir.
Ancak Eudora ile yaptığı görüşmeden sonra, Direa'nın varlığı da kaybolmuştu.
Ne o ilahi dokunuşu hissedebiliyordu ne de gölgelerden fısıldayan o diğer uğursuz figürü...
Yoksa… beni karanlığa sürükleyen o ses de tanrılarla mı bağlantılıydı?
Ne zamandır başkalarının iradesiyle yönlendiriliyordum?
Öfke damarlarında bir zehir gibi kabardı.
Hay sikeyim.
Dişlerini sıkarak, karların üzerinde ağır adımlarla yürüdü. Hayatı zaten paramparça olmuşken, şimdi bir de tanrıların oyuncağına dönmüştü.
Daha ne kadar aşağılanabilirdi ki?
Aries, kendi karanlık düşüncelerine gömülmüş bir halde ilerlerken, Reyna birkaç adım önünde neşeyle sekerek yürüyordu. Yumuşak bir melodi mırıldanıyordu; Vanmark'taki handa, bir ozanın lavtasıyla çaldığı eski bir şarkının sözlerini...
Aries, onu izlerken istemsizce içinden bir şükran duygusu geçti.
Reyna ile karşılaşana dek, ruhunun huzura bu kadar aç olduğunu fark etmemişti. Bir çocuğun saf gülüşünün bile, içindeki onarılmaz yaralara bir nebze olsun merhem olabileceğini tahmin edemezdi.
Belki de hayatın acımasızlığına rağmen, hâlâ küçük bir umut parıltısına tutunabiliyordu.
Bu normaldi. Bu kısa, kırılgan huzur... Aries'in içindeki fırtınayı bir anlığına da olsa yatıştırıyordu.
İkili, yabanın ortasında kıvrılan dar bir patikayı izliyordu. Soğuk rüzgarların savurduğu karlar ayak izlerini hızla silerken, Vanmark'ta elde ettikleri eski bir harita ellerinde yol gösterici bir pusula olmuştu. Haritaya göre, yakınlarda Orlaff adında küçük bir köy olmalıydı.
Bir-iki saatlik yürüyüşün ardından, ufukta köyü gördüler.
Orlaff, beklediklerinden biraz daha büyük görünüyordu.
Çatılarında kar birikmiş taş duvarlı bir avuç evden ibaret değildi burası; yerleşimin yoğunluğuna bakılırsa, normalden fazla insan vardı.
Belki de bir şeyler olmuştu.
Belki de köy, yaklaşan fırtınadan ya da başka bir tehlikeden korunmak isteyen yabancılarla dolup taşmıştı.
Aries, içini saran uğursuzluk hissini bastırmaya çalışarak adımlarını hızlandırdı.
Kaderin kendisine neler hazırladığını bilmese de kuzeyin acımasız topraklarında her yeni adım yeni bir sınav demekti.
Köyün girişine vardıklarında, beline tahta bir sepet asmış, içerisinde ıslak giysiler taşıyan bir köylü kadını fark ettiler.
Aynı anda kadın da onları görmüş ve olduğu yerde durarak yaklaşmalarını beklemişti.
Kadının gözleri, özellikle Reyna'ya takılmıştı. Çocuğun ince bedeni ve açık ifadesi, bu donmuş coğrafyada beklenmedik bir manzara sunuyordu.
"Ah," dedi kadın, sesi yumuşak ama ciddi bir tonla. "Bu havada küçük bir çocuğun dışarıda olması uygun değil bayım. Dışarısı hem soğuk hem de bu sıralar etrafta vahşi yaratıklar kol geziyor."
Aries, kadının uyarısını dikkate alarak başıyla selam verdi.
"Endişeniz için teşekkür ederim," dedi, sesi sakin ama yorgun bir edayla. "Vanmark'tan geliyoruz. Elnar'a doğru yol alıyoruz. Ancak bu gece kalabileceğimiz bir yer arıyoruz. Yardımcı olabilir misiniz?"
Kadın onları dikkatlice süzdü. Şüpheyle bakan gözleri, Aries'in saçlarına ve gözlerine takılmıştı.
"O gözler..." diye fısıldadı neredeyse kendine. "Anka'nın gözleri gibi... Eski günleri anımsatıyor bana. Bu gözlere sahip insanların hikâyelerini kitaplarda okurdum..."
Aries, kadının bakışlarının bu kadar uzun sürmesinden rahatsızlık duysa da bir şey söylemeden sabırla durdu.
Kadın kısa bir sessizlikten sonra başını salladı ve devam etti:
"Ah, kusuruma bakmayın, kabalık ettim. Ne yazık ki köyümüzde bir taverna bulunmuyor. Son zamanlarda çok fazla mülteci geldi buralara. Duyduğuma göre, Elnar'ın duvarlarında bir gedik açılmış. O gediği kullanarak canavarlar akın akın bölgeye sızıyormuş. Bu yüzden oradan kaçan insanlar buraya yerleşti, köyümüzde neredeyse hiç boş yer kalmadı. Ancak..."
Kadının sesi hafifçe yumuşadı, yüzünde samimi bir tebessüm belirdi. "Sizi böyle ortada bırakmak doğru olmaz. Bir gece için sizi evimde ağırlayabilirim. Kocam anlayışlı biridir. Kızınız ve siz fazla yer kaplamazsınız. Lütfen, beni takip edin."
Kadının kendilerini baba kız sanması üzerine Aries'in içi istemsiz bir şekilde gerildi.
"Ah, şey..." dedi, cümlesine başlamıştı ki, topuğunda keskin bir darbe hissetti. Reyna ona çaktırmadan vurmuştu.
Reyna, hiç zaman kaybetmeden kadının önünde başını hafifçe eğerek konuştu:
"Babamın kusuruna bakmayın," dedi, sesine sevimli bir ciddiyet katmaya çalışarak. "Yardımınız için minnettarız. Benim adım Reyna. Sekiz yaşındayım. Bu da babam Aries. Eminim ki babam, iyiliğinizi karşılıksız bırakmaz."
Kadın gülümsedi.
"Memnun oldum, Reyna," dedi, ardından Aries'e dönerek. "Baban seni iyi yetiştirmiş. Gerçekten akıllı bir kızsın."
Bu sıcak sözlerin ardından kadın, ikiliye eliyle işaret ederek öncülük etti.
Reyna, Aries'e sinsi bir gülümseme gönderirken, Aries ise kaşlarını çatmış, sessizce kadının peşine düşmüştü.
Kısa bir yürüyüşten sonra, sıradan görünen küçük bir köy evine vardılar. Çevresinde minicik bir bahçe uzanıyordu, karlar altında neredeyse görünmez hâle gelmişti.
Kadın kapıyı göstererek konuştu:
"Burası bizim mütevazı yuvamız. Kocam şu an ormanda kütük kesiyor olmalı. Kendisi köyün oduncusudur. Lütfen buyurun. Benim de bir kızım var, bu yıl on altı yaşına girecek. Artık neredeyse bir yetişkin oldu. Umarım onunla iyi geçinirsin Reyna."
Kadın, içten bir tebessümle Reyna'ya bakıyordu.
Reyna ise sevinçle başını salladı.
"Elbette! Çünkü ben uslu bir kızım!" diye şakıdı neşeyle.
Aries ve kadın hafifçe gülümseyerek içeri girdiler.
Ev dışarıdan göründüğünden çok daha büyüktü.
İçeride dört oda bulunuyordu; girişin hemen sağında küçük bir kiler, karşısında bir oda, koridorun devamında ise ana yaşam alanı uzanıyordu. Burası aynı anda hem oturma hem yemek hem de çalışma alanı olarak kullanılıyordu.
İki yatak odası ise koridorun sonunda yer alıyordu. Ev sekiz kişilik bir ailenin rahatlıkla sığabileceği kadar genişti.
Sıcak taş ocaktan yayılan hafif bir yanık odun kokusu, soğuk dış havanın sertliğini bir nebze olsun unutturuyordu.
Kadın, ikiliye nazikçe işaret etti.
"Lütfen oturun. Size birazdan yemek hazırlarım. Kızım da birazdan gelir. Kocam ise hava kararmadan eve döner."
Aries hafifçe başını salladı ve cebinden küçük kesesini çıkararak bir avuç altın sikkeyi avucuna aldı. Kadının karşısında hafifçe eğildi.
"Verdiğimiz rahatsızlık için üzgünüm," dedi. "Lütfen bunu iyiliğinizin ve masraflarınızın karşılığı olarak kabul edin."
Kadın, avucunda parlayan altınları görünce bir an nefessiz kaldı. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
"B-bu... Bu çok fazla! Siz... bir soylu musunuz? Lütfen, kabalığımı bağışlayın, lordum!"
Kadın, dehşetle eğilerek Aries'in önünde yere kapanmıştı.
Aries derhal onu kaldırmaya çalıştı.
"Hayır soylu değilim. Lütfen Kalkın," dedi, sesi ciddi ve nazik bir tonla. "Bu sizin eviniz. Burada misafiriz. Altınlar sizin için; benim için bir anlamı yok. Yardımınız karşılıksız kalmamalı."
Kadın titreyen elleriyle altınlara baktı, ardından şaşkınlıkla Aries'e.
"Lordum... Bu kadar parayla yıllarca çalışmadan yaşarız. Büyük şehirlerden birinde ev bile alabiliriz... Bunu nasıl kabul edebilirim?"
Aries, kadının tereddüdünü nazik ama kesin bir hareketle sonlandırdı. Altınları doğrudan kadının avucuna yerleştirdi.
"Hanımefendi, lütfen alın," dedi, sesi alçak ama emrediciydi. "Hiç kimse kendi evine yabancı birini buyur etmez. Bu iyiliğinizin ve güveninizin karşılığını sunmazsam rahat edemem."
Aries, cebindeki paranın değerini tam anlamıyla bilmediğinin farkındaydı.
Çocukluğundan beri parayla pek işi olmamıştı. İsyan başlattığı zaman kaleler, köyler, şehirler yağmalayarak çok fazla altın elde etmişti. Altın onun için sadece savaş ganimeti olmuştu; bir anlamı, bir ağırlığı yoktu.
Ancak burada, bu sıcak yuvada, birkaç parça altının bir hayatı değiştirebileceğini yavaş yavaş kavrıyordu.
Vanmark'taki handa, hancı kızın da aynı tepkiyi verdiğini hatırladı Aries.
Oysa orada yalnızca bir altın sikke vermişti... O zaman anlaması gerekirdi.
Ama kafası, böyle önemsiz sayılabilecek meseleleri düşünemeyecek kadar doluydu. Böyle zamanlarda keşke Liraz yanımda olsaydı diye düşündü Aries.
Her zaman bu tür işlerle o ilgilenirdi.
Aries, evin ana salonundaki büyük ocağın önünde çömelmiş, ateşin sarı kırmızı parıltılarına bakıyordu. Yanında Reyna vardı; sessizce, babasının hemen dibinde oturmuş, buz gibi kuzeyin soğukluğunu ateşin sıcaklığıyla kovmaya çalışıyordu.
Kadın ise birkaç kez daha eğilip saygı göstermiş, aceleyle bir çay demlemiş ve birkaç parça atıştırmalık getirmişti. Ardından hemen kilere yönelmiş, konukları için yatak ve yorgan hazırlamaya koyulmuştu.
Aries, ateşin önünde, bir halk evinin çıplak samimiyetine ilk kez bu kadar yakından şahit oluyordu.
Bir zamanlar kendisinin —daha doğrusu ailesinin— halkı olan insanlar, Renoire Krallığı'nın basit tebaası böyle yaşıyordu demek.
Basit, sade... ama huzurlu bir hayat.
Gerçi Aries'in kendi çocukluğunu kıyaslayabileceği bir yer de yoktu.
Önce sarayın altın varaklı duvarları arasında büyümüştü, sonra ihanete uğrayarak köle pazarlarında satılmış, bir ahırdan bile beter yerlerde yaşamıştı.
Sonra, mağaraların karanlığında can çekişen bir hayatta kalmaya çalışmış, sonrasında da kara elf yoldaşlarıyla başladığı isyan yolculuğunda dağlarda ateş başında uyumaya ve çadır yaşamına alışmıştı.
Başka insanları gözlemleme fırsatı olmamıştı hiç.
Ya da belki olmuştu da gözü intikam ateşiyle o kadar kör olmuştu ki, insanların nasıl yaşadığına bakmak yerine onları yok etmekle meşguldü.
Şimdi, ilk kez, gerçekten bakıyordu.
Demek, Renoire'in insanları böyle yaşıyorlardı.
Basit, ama huzur dolu.
Acaba... Renoire hâlâ ayaktayken de böyle miydi?
Ve krallık düştüğünde, bu insanlar gerçekten üzüldü mü?
Kuzeydeki krallıkların isyan ettiğini hatırlıyordu, ama o zamanlar bunlara zerre kadar ilgi göstermemişti.
Gözü o kadar dönmüştü ki tek istediği şey, yemin ettiği intikamı almaktı.
Ama şimdi... zihni berraklaşmıştı.
Gözü artık sadece kin görmüyordu.
İlk defa, geçmişin enkazına insan gibi bakıyordu.
Acaba Renoire Krallığı'nın düşüşünden sonra da hâlâ sadık kalanlar var mıydı?
İsyan edenler, kayıp krallığın hayaletini diriltmek isteyenler?
Varsa... ne hissederdi?
Onlara minnettarlık mı?
Yoksa, halkının intikamı için savaşan kardeşler bulduğu için bir sevinç mi?
Fakat bir başka soru da zihninin derinliklerinde yankılandı:
Eğer gerçekten Renoire için isyan etmişlerse, neden bu kadar geç kaldılar?
Krallık düşeli tam yirmi yıl olmuştu...
Bu ağır düşünceler arasında saatler geçmişti ki, evin kapısı aralandı.
İçeriye genç bir kız girdi; soğuk havayı beraberinde getirmiş, yanakları kırmızı kesilmişti.
Kız, kadının gençliğini andırıyordu.
Aynı mavi gözler, aynı ateş rengi saçlar, aynı yüz hatları...
Dahası, genç kız, yaşına rağmen dikkat çekici bir güzelliğe sahipti.
Annesi, kızın hemen yanında duruyordu.
Belli ki dışarıda kıza Aries hakkında bir şeyler fısıldamıştı; belki de onun bir soylu olduğunu anlatmıştı.
Çünkü genç kız, zar zor bastırdığı bir heyecan ve titrek bir saygıyla öne çıktı.
"S-selamlar, lordum."
Genç kızın sesi titrek ama samimiydi.
"Evimizde sizi ağırlamak bizim için bir onur. Lütfen, bir ihtiyacınız olursa seslenmekten çekinmeyin."
Aries, bu durumdan rahatsızlık duymaktan başka bir şey hissetmiyordu.
Kız başını kaldırmıyordu bile.
Gerçekten bu kadar mı korkunç görünüyordum? diye düşündü.
Yoksa bu insanlar, soylulardan bu kadar mı çok korkuyordu?
Aries, hafifçe iç çekerek konuştu.
"Lütfen... rahat ol," dedi, sesi yumuşak ama keskin bir otorite taşıyordu.
"Burası senin evin. Ben bir soylu değilim. Hizmete ihtiyacım yok. Başını kaldır. Beni böyle geriyorsunuz."
Kız, utangaç bir tereddütle başını kaldırdı ve Aries'in gözlerine baktı.
Ve o an... genç kızın yüzü ateş gibi kızardı.
Aries'in yüz hatları; sert, olgun ve erkeksiydi.
Mor gözlerinin içinde gizemli bir ağırlık vardı; beyaz saçları ve keskin bakışları, genç kızın henüz ergenliğin sınırlarında çırpınan kalbinde tuhaf bir dalgalanma yarattı.
Kiraz gibi dudaklar, solgun kış ışığında bile dikkat çekiyordu.
Ve sonra kız, bir şey fark etti.
Dur biraz... mor gözler mi?
Genç kız, adeta büyülenmiş gibi birkaç adım yaklaşarak diz çöktü.
Aries'in gözlerine daha yakından bakmak istercesine eğildi.
Bedeninin öne eğilmesiyle birlikte, ince kumaştan yapılmış elbisesinin üst kısmı açıldı; göğüslerinin yeni yeni dolgunlaşmaya başlayan formu görünür hâle geldi.
Aries, gözlerini kaçırmak isterken yanlışlıkla aşağı baktı...
Gördüğü manzara karşısında yüzü bir anda kızardı.
Gözlerini kaçırmaya çalıştıysa da artık çok geçti; bir anlık bir zayıflıkla ve yıllardır bu tür meselelerden uzak durmasının masum açlığıyla, genç kızın dekoltesine takılıp kalmıştı.
Kız ise tüm ciddiyetiyle, dünyada yalnızca bu an varmış gibi, sordu:
"Lordum... Siz, hangi haneye mensupsunuz?"