Kuzey Toprakları – Elnar'a Giden Eski Yol
Vanmark kasabasından ayrılmalarının üzerinden üç gün geçmişti. Üç gün boyunca sert kuzey rüzgârlarına, aralıksız yağan kara ve geceleri çığlık atan yabanî kurtlara rağmen yürümüşlerdi. Şimdi, akşamın ilk gölgeleri ormanın üzerine ağır ağır çökerken, Aries nihayet uygun bir kamp yeri bulmuştu. Uzun yolculuğun yorgunluğu hem bedenlerini hem de zihinlerini sarmıştı.
Burası, sık çam ağaçlarının rüzgârla birlikte fısıldadığı tenha bir açıklıktı. Yere düşen karlar ayak izlerini neredeyse hemen yutuyordu. Ufukta, Elnar'ın karlı dağları, mor alacakaranlıkta siluetler gibi yükseliyordu.
Aries, dikkatle çevreyi gözden geçirdikten sonra küçük bir ateş yaktı. Rüzgârın öfkeli nefesini bastıracak kadar küçük ama sıcak bir alev... Reyna, çoktan ateşin başına çömelmiş, ellerini ısıtırken Aries'in ona öğrettiği mana hissi çalışmasına dalmıştı. Gözleri kapalıydı; kaşları, büyük bir çaba ve odaklanmayla çatılmıştı. Küçük elleri titreyerek havada mana akımlarını arıyordu.
Aries, bir süre onu izledi. Reyna'nın henüz çocuk yaşta olmasına rağmen gösterdiği azim, içini garip bir huzurla dolduruyordu. Onun doğuştan gelen potansiyelini görüyordu. Yıllar sürecek eğitimle, bu küçük kız bir gün kendi adını taşıyacak kadar büyük bir büyücü olabilirdi. Belki de... Aries gibi yalnız bir hayalet değil, kendi kaderini seçebilecek birisi olacaktı.
Aries iç çekti.
Ve ister istemez aklı, yol boyunca yanında olmayanlara kaydı... Liraz ve Fenrin'den ayrılalı aylar olmuştu. Onları düşündü; iki kardeşi. İstemeden bir gülümseme kıvrıldı dudaklarının kenarında. Liraz'ın inatçı doğasını, Fenrin'in şakacı neşesini, onların tartışmalarını, kahkahalarını, dostane atışmalarını... O anlar, Aries için yalnızca dostluk değil; geçmişin kırık aynasında parlayan umut kıvılcımlarıydı. Onlar ona Lenore'yi hatırlatıyordu. Lenore… kaybolmuş cennetinin son hatırasıydı.
Lenore'yi kaybettikten sonra yaşadığı onca kargaşa, onu insanlığından uzaklaştırmıştı. Karanlıkta yürümeyi, kana bulanmayı öğrenmişti. Ve dürüst olmak gerekirse... O zamanlar aklı intikamdan başka bir şey düşünemeyecek kadar kararmıştı. Bu yüzden, Liraz ve Fenrin gibi dostlarına gereken değeri verememişti.
Ama şimdi, değişmişti. İçindeki buzlar bir bir çatlıyordu. Geri döndüğünde, hepsine minnettarlığını göstereceğine yemin etmişti.
Bir odun ateşinin hışırtısı arasında düşüncelerine dalan Aries, gözlerini tekrar Reyna'ya çevirdi.
O küçük varlık...
Bu yolculukta onu hayatta tutan tek ışık olmuştu.
Ateşin turuncu ışığı, karanlığın içinde küçük bir ada gibi titriyordu. Üzerlerindeki soğuk rüzgârı ve yıldızsız gökyüzünü unutmuş gibiydiler. Bir süre sadece ateşin çıtırtısı duyuldu.
Aries, yanan odunların kokusunu içine çekti. O keskin, sıcak is kokusu onu çocukluğuna götürdü. Kraliçenin kış bahçesinde, avcıların büyük şölenler kurduğu o uzak gecelere... Küllerinden doğmuş bir hayalet gibiydi artık; hatırladığı her şey, kaybettiği bir şeydi.
Henüz küçük bir çocukken annesi ona büyü öğretmeye başlamıştı.
Büyü onun için bir oyuncaktan farksızdı o zamanlar.
Hayatının her anında, annesinin şefkatli elleri, sabırlı sesi, onu sarıp sarmalardı.
Ancak krallığı yıkıldığında ve…
Annesi gözlerinin önünde yok edildiğinde…
Aries büyüye sırtını dönmüştü.
Büyü ona annesini hatırlatıyordu.
O yüzden kaçmıştı ondan.
O yüzden potansiyelini gömmüş, kendi gücünü reddetmişti.
Çünkü her mana akımı, annesinin sesinin yankısıydı; her büyü formülü, kaybedilen çocukluğun acı bir şarkısıydı.
Eğer o zaman büyüye sırtını dönmeseydi, eğer gücünü zamanında geliştirseydi...
Belki de zincirlerle sürüklenmezdi. Lenore ve diğer dostları ile kaçabilecek güce sahip olabilirdi.
Acı içinde düşündü.
O günkü yaptığı hata, aptallıktan başka bir şey değildi.
Ve o hata, çok pahalıya patlamıştı.
Ateşin kıvılcımları gözlerinde dans ederken, Aries içinden geçirdi:
"Geçmişi değiştiremem.
Ama geleceği değiştirebilirim.
Bu sefer, değer verdiğim her şeyi koruyacağım."
Başını çevirdiğinde, Reyna'nın hafifçe titreyen siluetini gördü.
Küçük kız, gözlerini açmış, ürkek bakışlarla ona bakıyordu.
İşte o sırada, titrek bir ses geceyi yardı.
"Abi…"
"Sen… iyi misin?" dedi Reyna çekingen bir sesle.
Aries bir an duraksadı. O küçük endişeli yüzü gördüğünde, içinde bir yerler yumuşadı. Sessizce başını sallayarak cevap vermek üzereydi ki, Reyna'nın sesi yeniden yükseldi. Bu kez daha telaşlıydı.
"B-bir hata mı yaptım? L-lütfen… beni bırakma abi. Söz veriyorum, bir daha hata yapmam…"
Küçük kızın sesindeki çaresizlik, Aries'in kalbinde derin bir iz bıraktı. Yavaşça elini uzattı ve Reyna'nın alnına hafifçe bir fiske attı. Kız, iki eliyle alnını kapatırken gözleri dolmuştu.
Aries hafifçe gülümsedi. Bu, gerçek bir gülümsemeydi. O karanlık günlerden beri ilk kez içinde, sahici bir sıcaklık yükseliyordu.
"Seni endişelendirdiğim için üzgünüm, Reyna," dedi yumuşak bir sesle. Eliyle küçük kızın saçlarını taradı, parmakları Reyna'nın başında güven verici bir iz bırakıyordu. "Kafam bu aralar çok dolu. Ama şunu bil… Sakın bir daha kendini yük gibi hissetme. Seni asla terk etmeyeceğim. Seni her zaman koruyacağım."
Reyna'nın yüzü bir anda aydınlandı. Küçük kız, dişlerini göstererek utangaçça gülümsedi. O masum gülüş, Aries'in tüm yorgunluğunu hafifletti.
İşte o zaman Reyna, her zamanki çocuk merakıyla, hafifçe kıpırdandı.
"Abi… Bir şey sorabilir miyim?"
Aries başını eğerek sabırla baktı ona. Bu küçük yaratığın içindeki hayat dolu ışığı izlemek, karanlık geçmişine rağmen hâlâ bir yerlerde umut olduğunu hatırlatıyordu ona.
"Elbette. Sor bakalım," dedi yumuşak bir sırıtışla.
Reyna, gözlerini ateşe dikti. Sanki sorusu ağızdan dökülmeden önce havada titreyen bir sır gibi ağırlaşmıştı.
"Ş-şey… Sen… bir insan mısın?"
Sözler, geceyi yaran beklenmedik bir bıçak gibi geldi. Aries'in kaşları bir anlığına çatıldı, ama bu tepkiyi hemen bastırdı. Elbette, Reyna kötü niyetle sormamıştı. Sadece çocuktu... sadece merak ediyordu.
Ama bu soru, Aries'in içinde bastırdığı çok daha derin yaraları kanatmıştı.
Zihninde Eudora'nın o soğuk sözleri yankılandı:
"İblisin çocuğusun sen."
"Siz Valenianlar, iblissiniz."
"İblis Thelania von Agares..."
Aries'in yüzünde, kısa bir an için, karanlık bir gölge dolaştı. Sertleşen ses tonunu fark edemeden cevapladı.
"Neden bunu sordun?"
Sesi, düşündüğünden daha keskin çıkmıştı. Reyna ürkek bir şekilde irkildi. Ama Aries hemen kendini toparladı. Elini Reyna'nın saçlarında gezdirdi, onu yatıştırmak istercesine.
Reyna, başını önüne eğdi.
"B-ben... Gözlerin…" dedi utangaç bir fısıltıyla. "Daha önce hiç mor gözlü bir insan görmemiştim. Belki... elf olabileceğini düşündüm. Kitaplarda elflerin renkli gözleri ve parlak saçları olduğu yazıyordu. Ayrıca... her elf çok güzel olurmuş."
Bu masum açıklamayı duyan Aries, bir kahkaha patlattı. Belki de mağaradan kurtulduğundan beri attığı ilk içten kahkahaydı bu. Kış gecesinin sessizliğinde yankılanan bu kahkaha, içindeki paslı zincirleri sanki bir anda kırdı.
Reyna, şaşkın şaşkın ona bakıyordu.
Aries, kıkırdayarak kızın yanaklarını iki eliyle hafifçe sıktı. Sanki bu küçük, masum varlığı daha da korumak ister gibiydi.
"Dinle bakalım, ufaklık," dedi gülerek. "Ben elf değilim. Elflerin kulakları… bilirsin... Şöyle uzun, sivri kulaklardır, bibere benzerler." Parmaklarıyla abartılı bir şekilde kulakları işaret ederek Reyna'yı güldürdü.
"Benim gözlerim ve saçım... ailemden kalan bir miras. Biz, insanlar arasındaki nadir bir soydan geliyoruz. Renoire'in soyundan… Ametist mor gözleri ve beyaz saçlarıyla tanınan bir hane."
Reyna, ağzı açık bir şekilde dinliyordu.
Aries, gözlerini kısarak eğildi.
"Ve sanırım, sen bir elf kadar güzel olduğumu mu düşünüyorsun, ha?" dedi şakacı bir tonla.
Reyna bir anda kızardı. Küçük elleriyle yüzünü kapatarak kıkırdadı.
Kış gecesi, ateşin sıcak dairesinde, iki yalnız ruh, karanlık dünyanın ortasında birbirlerine sarıldılar.
Ve Aries o anda anladı:
Koruyamadığı geçmişini telafi edemese bile, bu küçük geleceği koruyabilirdi.
Aries, Reyna'nın kahkahasının yankılandığı karanlık ormana baktı bir süre.
İçinde uzun zamandır hissetmediği bir şey vardı; kırılgan, sarsıcı bir sıcaklık.
Hayatının en karanlık anlarında bile kendisini diri tutan sadece öfkeydi.
Ama şimdi, bu küçük kızın gülüşü, ona unuttuğu başka bir şeyi hatırlatıyordu: Sevgiyi.
Kaybedip gömdüğü, hayaletlere bıraktığı bir duyguyu.
O gece, ateşin önünde çok az konuştular.
Reyna, kısa bir süre sonra, sıcak pelerininin altında uykuya daldı.
Küçük bedeninden gelen düzenli nefes alışverişleri, kış gecesinin ağır sessizliğini delip geçiyor gibiydi.
Aries, sırtını bir ağaca yaslayarak başını geriye kaldırdı.
Gökyüzü bulutluydu; yıldızsız, ayışığından yoksun, yalnız bir gökyüzü.
Tıpkı onun gibi.
Aklı geçmişte gezinmeye başladı.
Annesinin şefkatli sesi…
Lenore'nin neşeli kahkahası…
Fenrin'in dalga geçen sözleri, Liraz'ın kavgacı tebessümü…
Ve en derinde, Eudora'nın soğuk bakışı.
Direa'nın, o bilinmeyen figürün yankılanan sözleri.
Aries'in yumrukları istemsizce sıkıldı.
Daha fazla kaybetmeye tahammülü yoktu.
Geçmişin yükünü sırtında taşımaktan yorulmuştu.
Ancak, geleceği koruyabilecek miydi?
Bakışları uyuyan kıza kaydı.
''Söz veriyorum,'' diye mırıldandı.
Sesi, geceye karışıp kayboldu.
''Bu sefer koruyacağım.''
Sabahın ilk ışıkları henüz doğmamıştı.
Gökyüzü, grimsi bir loşlukla kaplıydı.
Ormanın sessizliği, arada bir esen rüzgarın ağaç dallarını hışırtmasıyla bölünüyordu.
Ateş çoktan sönmüştü, geriye yalnızca sıcaklığı kaybolmuş, siyaha dönmüş közler kalmıştı.
Aries, erkenden uyanmıştı.
Uyuyan Reyna'nın üzerine pelerinini örtmüş, sessizce kampı toplamıştı.
Yol uzun olacaktı.
Elnar'a ulaşmaları için bir tam gün yürümeleri gerekiyordu.
Bir süre sonra, Reyna da uykusundan uyandı.
Gözlerini ovuşturdu, ardından Aries'i görünce hemen toparlandı.
"Abi…" dedi, sesi hâlâ uykulu. "Nereye gidiyoruz?"
Aries hafifçe gülümsedi, pelerininin tozlarını silkeleyerek Reyna'nın başını okşadı.
"Elnar'a," dedi. "Ve belki… geçmişimle yüzleşmeye."
Küçük kız bir şey demedi.
Sadece başını salladı ve Aries'in arkasında yürümeye başladı.
Böylece, iki yalnız yolcu, bembeyaz örtüyle kaplı ormanın içinde kayboldular.
Ayak izleri, taze karın üzerinde silik bir yol çiziyordu.
Sanki dünyanın tüm ağırlığı, iki küçük adımın ucundaydı.
Ve rüzgâr, uzaklardan hafifçe fısıldıyordu.
Bir efsanenin, küllerinden doğmaya başladığını…
***
Larkan, İmparatorluk Lejyonu Kampı
Buz rüzgârları, kampın üzerinden uğuldayarak geçiyor, bayrakları ve çadırların iplerini şiddetle sarsıyordu. Karla kaplı zemin, ağır zırhların, botların ve atların ayak izleriyle kesilmişti. Her adım, donmuş toprağın derinliklerinden yükselen boğuk bir inilti gibi yankılanıyordu.
Jaksen, kılıcı sırtında, başı açık bir şekilde kampın merkezinde yürüyordu. Üzerinde soğuk havaya karşı giydiği ağır bir kürk pelerin vardı. Yine de bu yabancı toprakların soğuğu, bildiği hiçbir kışa benzemiyordu. Rüzgâr, adeta ruhunu ısırıyordu. Ama şikâyet etmiyordu. Artık etmiyordu...
Bu dünyaya geldiğinde… hayır, çağrıldığında, her şey ona bir rüya gibi gelmişti. Ejderhalar, iblisler, elfler ve tanrılar. Mana, aura ve büyü...
Başlangıçta, her adımında düşecekmiş gibi hissetmişti. Bir masalın içine zorla sokulmuş bir yabancıydı. Ama zamanla... yavaş yavaş... burası onun da savaş alanı olmuştu.
Morgana.
Onu şekillendiren kişi.
İlk başta, ondan korkmuştu. General Morgana. Duruşuyla bile bir kalabalığı susturabilecek, acımasız bir güçtü. Ama zamanla... onun sertliğinin ardında, bir savaşçının yalnız kararlılığını görmüştü. Birkaç ay boyunca her sabah çarpışma talimleri yapmışlardı. Kılıç oyunları, mana kontrolü, aura kullanımı...
Morgana'nın öğretisi acımasızdı, ama etkiliydi.
Jaksen'in bedenindeki her yara, her morluk, her kesik ona bu dünyada nasıl hayatta kalabileceğini öğretmişti.
Ve şimdi, burada, karda kömür gibi yanan gözlerle kampı izlerken, Jaksen artık sadece bir çağırılan kahraman değildi. Artık bir askerdi. Bir lejyonerdi.
Kampın her köşesinde hummalı bir hazırlık vardı. Demirciler gece gündüz çalışıyordu. Yeni kılıçlar, mızraklar ve zırhlar dövülüyordu. Eğitim alanında, genç askerler kalkanlarını çarpıştırıyor, ter ve çamurun içinde dövüş tekniklerini çalışıyordu.
Subay çadırlarının içinde haritalar serilmişti. Stratejiler, rota planları, tedarik listeleri.
Lejyon, savaşın kokusunu almıştı ve Jaksen, bu sessiz fırtınanın bir parçasıydı artık.
Dizginlenmiş bir öfke vardı havada.
Son savaşta alınan yenilginin izleri, askerlerin bakışlarında hâlâ yanıyordu. Özellikle Morgana'nın.
Savaşın ardından Morgana sessizleşmişti. İçine kapanmıştı. Geceleri çadırından çıkmadığı, yalnızca birkaç seçilmiş subayla kısa görüşmeler yaptığı söyleniyordu.
Jaksen onu birkaç kez talim alanında yalnız başına antrenman yaparken görmüştü; kılıcı adeta havayı parçalıyor, gözlerinde sessiz bir fırtına dönüyordu.
Yıkımın ağırlığı, onu içten içe kemiriyordu. Ve Jaksen bunu anlıyordu.
O da biliyordu: Kaybetmek... sadece bir savaşı değil, inandığın her şeyi kaybetmekti.
Bu yüzden Morgana'nın isteğiyle, birkaç gün boyunca eğitimleri sıkılaştırmışlardı.
Taktik değişimleri, grup savaşları, bire bir düellolar...
Morgana Jaksen'e yalnızca kılıcı nasıl savuracağını değil, aynı zamanda bu dünyanın dövüş ruhunu da öğretmişti.
"Rakibin senden güçlü olabilir," demişti bir gün, karla kaplı talim alanında nefes nefese kalmışken. "Ama bir savaşçının kaybettiği an, yalnızca umudunu yitirdiği andır."
Bu sözler Jaksen'in zihnine kazınmıştı.
Şimdi, burada, kampın donmuş kalbinde, yakında çıkacak savaşın kokusunu alıyordu.
İsyancılar zafer sarhoşluğundaydı. Yenilmez olduklarını sanıyorlardı.
Ama Jaksen biliyordu... Lejyonun sessizliği, yalnızca kasırgadan önceki sessizlikti.
Elleri kendi kendine kılıcının kabzasına kaydı. Parmakları soğuk demir üzerinde gezindi.
Bedeninde hâlâ iyileşmeyen yaralar vardı, önceki savaşın hatıraları gibi. Ama acıya alışıktı. Bu dünyaya geldiğinden beri en çok bunu öğrenmişti:
Acı, seni öldürmez. Seni şekillendirir.
Ufka baktı.
Kar, geceyle birlikte daha da şiddetlenecek gibiydi. Ama Jaksen'in gözleri daha ileriyi, kardan öteyi, yaklaşan savaşı görüyordu.
Ve kalbinin derinliklerinde, garip bir heyecan vardı.